anektod yedi

bu benim siyasi görüşümü belirlememin hikayesidir.
uzun yıllar önce, daha küçücük minicik pıtırcıkken, ortaokul birinci sınıfta okuyorken;
hala bugün gibi hatırlarım:
soğuk bir şubat günüydü.
ders bitmiş teneffüs zili çalmıştı.
soğuk hava dalgası, dışarıda, temiz havada teneffüs etmemize olanak vermiyordu.
bizler de on dakikalık molayı aynı havayı teneffüs ederek geçiriyor,
çeşitli gruplar halinde oyunlar oynuyor yaramazlıklar yapıyorduk.
ezgiyi gördüm.
sırasına kapanmış defterinin o her zaman boş bırakılan ilk
sayfasına bir şeyler çiziyordu.
gittim.
yanına oturdum.
çizdiği şeye baktım.
kocaman harflerle che yazmıştı, harflerin ortalarını da boş bırakmıştı.
içlerini çeşitli renkte kalemlerle dolduruyordu.
ben hınzır,
sırıtarak sordum:
ne bu yaptığın, sevdiğin oğlanın isminin baş harfleri demi?
küstahça baktı suratıma.
ilk defa biri suratıma küstahça bakıyordu.
şaşırdım, ürperdim.
aşağılarcasına: sen çeyi bilmiyor musun diye sordu.
yok, o ne ki dedim.
nasıl yani der gibi baktı suratıma.
utandım, çok utandım, yerin dibine geçtim. aslında duydum sanki
biraz ık mık bişeyler geveledim. olmadı.
sen ne biçim solcusun be dedi bana.
işte o zaman öğrendim solcu olduğumu ben.
o günden sonra da solcu kaldım.
bir ara sosyalist, bir ara komünist oldum,
bir ara da sosyal demokrat takıldım.
nitekim o günden sonra üç biyografisini
okudum che’nin hem de bir ay içinde.
ninesi, halası, silah arkadaşlarına kadar öğrendim.
şuan nerdesin, ne yapıyorsun, hala defterlerine che yazıyormusun bilmiyorum
ama
sanırım sana bir teşekkür borçluyum ezgi
eyvallah.
motosiklet günlüğü çok hoş film herkese tavsiye ederim.

anektod altı


sene dokuzyüzdoksanbeş. henüz onbir yaşındayım. ilkokulu başarıyla atlatmış, eğitim hayatıma anadolu lisesinde hazırlık sınıfında devam etmekteyim. o zamanlar zorunlu eğitim beş yıl. neyse hazırlık sınıfındayım dedim ya, ingilizce öğreniyoruz yoğun olarak, bir de tırışkadan dersler var ingilizcenin yanında. müzik, beden eğitimi, resim vs. çok iyi kalpli, anaç, güler yüzlü bir resim hocamız vardı. emel hoca. birgün derste herkes bir logo çizsin dedi. herkes başladı bir şeyler karalamaya, benim aklıma hiç bir şey gelmiyor. delircem ne yapsam ne çizsem diye beyni patlatırken aniden bir fikir belirdi kafamda. birkaç gündür televizyonda gördüğüm reklam. hani şu geceleri boza satan adamları anafikir olarak almışlardı, adamın biri okeeeey diye bağırıyordu sokaklarda. sonra da logo çıkıyordu ekrana, birkaç da yazı, bir de dış ses: “okey mi? okey!”. hah işte tam da o geldi aklıma. ilginçtir, defalarca izlemişim, beğenmişim de, ama ne olduğunu hiç merak etmemişim bunun. neyse özenip bözenip şu fotoğrafta gördüğünüzün aynısını yapmıştım. baya bi uğraşmıştım ama. kesin beş alcaktım yaptığım bu resimden. öyle bir mutluyum. dersin bitmesine dakikalar kala kocaman bi tebessümle gittim aferini almak için hocanın yanına, sordum nasıl olmuş hocam diye. o melek gibi kadının yüz ifadesi birden değişti. kaşları çatıldı. defol git tokadı yapıştırmayayım şimdi dedi. nasıl bozulduğumu nasıl üzüldüğümü anlatmam mümkün değil. işin kötü tarafı neyi yanlış yapmıştım, suçum neydi en ufak bir fikrim bile yok. neyse ben kafaya taktım araştırdım tabi bu okeyi birkaç gün. kime sordum nerden öğrendim şimdi hatırlamıyorum ama öğrendim onun prezervatif olduğunu, dahası prezervatifin ne demek olduğunu. sebep bu hikaye mi bilmiyorum ama oldum olası okeyden hiç haz etmem, uzak dururum, durex elite tercih ederim genellikle.

bill cosby dedi ki:

başarının sırrını bilmiyorum ama başarısızlığın yolu herkesi memnun etmeye çalışmaktan geçer.

hikayeden


yukarda fotoğrafını gördüğünüz hatun ex-yengeniz hatice olur uyandırayım. bundan birkaç hafta önceye kadar çok seviyeli bir ilişkimiz vardı. her şey çok yolunda gidiyordu. birbirimize delilercesine aşıktık filan. ben bir ekonomi dergisinin editörlüğünü yapıyordum. hatice ise okulunu henüz bitirmiş, bir yandan mba yapıyor bir yandan da mali müşavirlik sınavlarına hazırlanıyordu. leventte orta büyüklükte bir stüdyo daireyi paylaşıyorduk. ikimiz de ailelerimizden uzaktaydık ve birbirimizin ailesi olmuştuk artık. onun anne ve babası kırklarelindeydi. göçmen bir ailenin kızıydı hatice. babası emekli polisti, emekli hemşire annesi de. artık ununu elemiş eleğini asmış insanlardı. hayattan tek beklentileri biricik kızlarının mürüvvetini görmekti. benim ailem ise malumunuz zaten. geleceğe dair mutlu umutlu bir o kadar da sıradan hayallerimiz vardı. türkiye standartlarında her orta direk veyahut dar gelirli aile gibi bizde sıcak bir yuva kurmak, haftada birkaç gün boğazda balık yemek, haftasonları da bazen alacağımız küçük tekneyle boğazda turlamak, bazen şifreli partilere katılmak, kıyafet balolarına dahil olmak ve bazen de yurtdışında, pariste venedikte londrada mesela, mütevazi küçük tatiller yapmak istiyorduk. hayalleri küçük olunca insanın gerçekleştirmesi de bir o kadar kolay oluyor. mutlu sona çok az kalmıştı yani. fakat ne olduysa o gün oldu. ilk defa eve erken gelmiştim işten. her zamanki gibi apartman görevlisi muhittin abi günlük dedikoduları vererek asansörün kapısına kadar eşlik etti bana. asansörden inip zile bastım her zamanki gibi iki kere ve kısa kısa. kapı açıldığında gördüğüm manzara da her zamanki gibiydi. bir hafta boyunca şiddetini hiç azaltmadan devam eden, kara kara bulutlardan inen ve insanın ruhunu sıkan yağmurlardan sonra açan o ilk güneş vardır ya, işte öyle bir duygu yaratıyordu haticenin bana işten her geldiğimde, o gülümseyen, sevimli, boynu sol tarafına doğru eğilmiş, çıplak sağ ayağı diz hizasına kadar arkaya kıvrılmış haliyle hoş geldin sevgilim diyip dudaklarıma küçük bir buse kondurması. ellerimi yıkayıp sofraya geçmiştim. tabaklarımıza yemeklerimizi koyarken günün nasıl geçti hayatım diye sordu. her zamanki gibi sıkıcı yorucu olduğunu söyledim. sen neler yaptın diye sordum. okul işte ne olsun gittim geldim, bu arada sana bir sürprizim var ama yemekten sonra söylicem dedi. sürpriz diyince hep iyi bir şey olduğunu hissederdim ben o güne kadar. kötü sürprizler de var tabi hayatta. kuru fasulye ve pilav yapmış akşam için hatice. bana bir duble çift buzlu rakı koymuş her zamanki gibi, kendisine de bir kadeh cabernet sauvignon almıştı. tabiî ki kuru pilavın vazgeçilmez ekürisi kuru soğan da vardı. fonda henri salvadordan petit’ fleur çalıyordu. müziği kapatıp televizyonu açsak olur mu hayatım, yaprak dökümü başlamıştır dedi hatice. elbette bebeğim diye karşılık verdim. dizi reklam arasına girdi. hatice ben bir duş alıp geleyim dedi. bu esnada ben de bulaşıkları makineye yerleştirdim ve şöminenin karşına geçtim. yemek ağırlık yapmış ufak bir şekerleme yapmıştım ki üşüyerek uyandım. bir koşu ardiyeden yarısını kullandığımız mangal kömürünü kapıp geldim. geçmek üzere olan odunların üzerine olduğu gibi bıraktım. hatice geldi saçlarını havluyla sarmıştı. kaşlarını çattı, hayatım neden böyle yapıyorsun, kaç defa söylicem, hem saçlarımı yeni yıkadım, kömür isi kokcak şimdi diye azarladı beni. zaten yıkanmak için çok erken davrandın tatlım dedim yüzümde hınzırca bir gülümsemeyle ve kucağımı işaret ederek. pas vermedi, yanıma oturdu. neymiş bu sürpriz söyle bakalım dedim. bugün beni nerden aradılar biliyomusun dedi. nasıl yapıyorsam böyle durumlarda gözlerim burnum ve ağzımla bir soru işareti oluşturabiliyorum yüzümde ve konuşmadan. devam etti. vogue dergisini biliyorsun, onun türkiye temsilciliğinden aradılar, fotoğraflarımı çekmek istiyorlarmış, dünyanın biçok ülkesinde de yayınlanacakmış dedi. seni nerden bulmuşlar diye sordum. facebooktaki resimlerimi görmüşler çok beğenmişler, çok fotojenik olduğumu düşünmüşler dedi. bu alanda geleceğim çok parlak olabilirmiş, ben de öyle düşünüyorum diye ekledi. ses tonum biraz yüksek; sana kırk defa çık şu facebookmudur nedir ordan dedim, görüyormusun bak neler geliyor başımıza diye çıkıştım. neler geliyormuş be, ne güzel fırsat çıktı karşıma işte diye carladı hatun. bütün gece, çok güzel olduğunu ama aynı zamanda da çok değerli bir beyni olduğunu , vücudunu kullanıp bir yerlere gelmektense zekasıyla çok daha başarılı olacağını, asil bir mesleği olması için zaten senelerce eğitim gördüğünü, ikimizin geleceği için de bahsettiğim yolun daha sağlıklı olduğunu anlatmaya çalıştım. saatlerce konuştum. ama rakibim çok güçlüydü sadece oniki dakikalık bir telefon görüşmesiyle çoktan halletmişti işini. son cümleleri de benim fikrim sorulmaksızın evet demesine yetmişti hatunun: “tek çekim dört bin avro”. son hamlemi yaptım: “izin vermiyorum!”. o da son hamlesini yaptı: “ayrılmak istiyorum”. Şah mat!

anektod beş

işe başlayalı henüz bir iki ay olmuştu. finans sorumlusuydum. asgari ücretle çalışıyordum ama çok fiyakalı görünüyordum, bir ağırlığım vardı fabrikada. takım elbise filan on numara. neyse bir gün yemekhaneden dönüyorum. tabldotu çakmışım; karnıyarık, pilav yanında da cacık. bi ağırlığım var dedim ya, mümine abla torpil yaptı bol bol koydu cacıktan. haliyle o ağırlık epey çöktü üstüme, uyku bastırdı. hemen yukarı çıkmiyim, aşağıda üretimde gezeyim, işçi yoldaşlarla muhabbet edeyim de açılayım dedim biraz. o zamanlar kapalı alanlarda, sigara içiyorum ama yakalanır mıyım acaba tedirginliği de yok, yaktım bi sigara yanaştım bi grubun yanına. nasılsınız, ne var ne yok, bikaç hoşbeşten sonra işçilerden biri cem bey dedi, siz yukardakilerin hiçbirinde allah korkusu yok. neden diye sordum. biz burada üç kuruşa köpek gibi çalışıp, o üç kuruşu bile zamanında alamıyoruz; siz yukarda bütün gün oturup tomarla para alıyosunuz dedi. yirmi yıl bir fiil okuyup mezun olduktan sonra sekiz on ay iş arayıp, asgari ücretle işe başladığımı; devletin, lütufta bulunup vermiş gibi göründüğü, okurken bana çok yardımı dokunan, mezun olduktan sonra nasılsa bütün gün oturup tomarla para kazanacağımızdan faiziyle geri ödememi beklediği kredileri bile nasıl ödeyeceğimi bilmediğimi anlatmak istedim. ama anlatamadım. beni anlamayacağından korktum. belki de fiyakamın bozulmasından korktum, bir de ekstra cacıkların sona ermesinden. yukarı çıktım.

me?

i'm in!

karl marx dedi ki:

bir teori, ne kadar sıradan insanların ellerinde ayağa düşerse o kadar karikatürleştirilip zavallılaşır; bir düşüncenin başına gelebilecek en büyük talihsizlik de onu savunur gibi yapanların içini boşaltmasıdır.

içimdeki deniz


kaçamadığında ve sürekli başkalarına bağımlı olduğunda, gülerek ağlamayı öğrenirsin.

anektod dört

yağmur yağıyordu. durakta otobüs bekliyordum. durakta yaklaşık yirmi kişiyle birlikte bekliyordum. ortalarındaydım. durağın yanında yaşlıca bir amca kağıt helva satıyordu. durakta bekleyenlerin önünden bir dilenci geçti. topallıyordu. kağıt helva satan amca oturduğu iskemleden kalktı. kalabalığı yardı. bana ulaştı. bu adam var ya dedi dilenciyi göstererek. bu adam sakat filan değil, sahtekar bu adam dedi. anladım dedim. tekrar kalabalığı yardı ve yerine geçti. otobüs geldi. bindim. kendi kendime sordum: tamam da neden beni seçti?

ibo dedi ki:

eski resimlere baktım daldım bi cigara yaktım resmine bi mermi çaktım gelmezsen gelme:)

good will hunting


Why shouldn't I work for the N.S.A.? That's a tough one, but I'll take a shot. Say I'm working at N.S.A. Somebody puts a code on my desk, something nobody else can break. Maybe I take a shot at it and maybe I break it. And I'm real happy with myself, 'cause I did my job well. But maybe that code was the location of some rebel army in North Africa or the Middle East. Once they have that location, they bomb the village where the rebels were hiding and fifteen hundred people I never met, never had no problem with, get killed. Now the politicians are sayin', "Oh, send in the Marines to secure the area" 'cause they don't give a shit. It won't be their kid over there, gettin' shot. Just like it wasn't them when their number got called, 'cause they were pullin' a tour in the National Guard. It'll be some kid from Southie takin' shrapnel in the ass. And he comes back to find that the plant he used to work at got exported to the country he just got back from. And the guy who put the shrapnel in his ass got his old job, 'cause he'll work for fifteen cents a day and no bathroom breaks. Meanwhile, he realizes the only reason he was over there in the first place was so we could install a government that would sell us oil at a good price. And, of course, the oil companies used the skirmish over there to scare up domestic oil prices. A cute little ancillary benefit for them, but it ain't helping my buddy at two-fifty a gallon. And they're takin' their sweet time bringin' the oil back, of course, and maybe even took the liberty of hiring an alcoholic skipper who likes to drink martinis and fuckin' play slalom with the icebergs, and it ain't too long 'til he hits one, spills the oil and kills all the sea life in the North Atlantic. So now my buddy's out of work and he can't afford to drive, so he's got to walk to the fuckin' job interviews, which sucks 'cause the shrapnel in his ass is givin' him chronic hemorrhoids. And meanwhile he's starvin', 'cause every time he tries to get a bite to eat, the only blue plate special they're servin' is North Atlantic scrod with Quaker State. So what did I think? I'm holdin' out for somethin' better. I figure fuck it, while I'm at it why not just shoot my buddy, take his job, give it to his sworn enemy, hike up gas prices, bomb a village, club a baby seal, hit the hash pipe and join the National Guard? I could be elected president. (good will hunting)

anektod üç

yıllar önce. bir kafede çaylarımızı yudumluyoruz. konu sayısal lotonun verdiği büyük ikramiyeye geldi. hayaller kurmaya başladık. alıyoruz satıyoruz şirketler kuruyoruz derken bir apartman satın alalım dedik. hep beraber oturalım yine ama herkes ayrı bir katta olsun. dairelerin kapılarını da söktürürüz herkes istediği eve girer çıkar diye konuştuk. onur panikle: olum kapılar olmazsa nasıl ısıtcaz biz orayı dedi. güldük. lotonun bize çıkmayacağını idrak ettik. eve döndük. onur çırayı tutuşturdu. soba yandı. bir göz odamızı ısıtabildik.

neyzen tevfik dedi ki:

tanrıya kadeh kaldırmış: ey bana kendini büyük tanıtan / halime bak da davarlığından utan.

böyle buyurdu zerdüşt

ben bu ağızlara göre kulak değilim.

anektod iki

muhtarlığa gittim ikametgah belgesi almak için. kapı kilitli. yandaki adam muhtar cumaya gitmiş gelir birazdan dedi. beraber beklemeye başladık. yoldan bir araba geçti. içinde üç tane türbanlı bayan. adam arkalarından tüü dedi, sanki burası iran. bana çok çirkin bir görüntü demi diye sordu. sadece kafamla onayladım. aynı anda muhtarlığın karşısındaki küçük elektrikçiye sarışın bir bayan girdi. adam gözüyle takip etti. neyi oluyo bu karısı mı acaba diye sordu biraz bana biraz kendi kendine. tepki vermedim. boynunu dükkanın kapısına doğru uzattı. dur bakim o da ne öpüşüyo mu onlar dedi. anlam veremedim. mübarek cuma günü günaha girmeyelim de bu oğlan porno film çeviriyor diye duydum ben dedi. tepkisiz kaldım. muhtar geldi.

organize işler

bir de hazır cevap: abartma canım sende.

askerde iken

nöbet tutarken ağzında sakızla yakalanan asker arkadaşımın imzalı savunma metnidir: ağzıma almış bulundum,arz ederim.

success

success is just like being pregnant. everybody congragulates you but nobody knows how many times you were fucked.

iletiye gel

burçinin 14 yaşındaki kardeşinin msn iletisi: seni sevmek benim ibadetim ama bu aralar cenabetim.

anektod

aynı gün içinde farklı üç kahvehaneye gittim. her seferinde ongun, kahvehaneciden iki çay istedi. her kahvehaneci açık mı olsun diye sordu. o şehri derhal terkettim.

yeknesakhavsala

başlasın,00:14